Ve sonsuza kadar mutlu yaşamadılar

“Mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır”.

Anna Karenina / Lev Tolstoy

Kafamızda mutluluğun bir resmi var. Bir adam, bir kadın, iki çocuk… Kadın güzel, adam yakışıklı…
Kameraya gülümsüyorlar. Ayaklarının dibinde bir Golden Retriever… Adam sanki yataktan polo tişörtü ve sırtına hesaplı bir rasgelelikle attığı merserize kazağı ile kalkıyor. Golden tüy dökmüyor, ağzı kokmuyor. Hiçbirinin dişi ağrımıyor. Kadının doğum çatlakları yok. Çocuklar, burnunu karıştırmıyor.
Zaten hiçbirinin burnu sümük üretmiyor. Onlar dert üstü, tasa üstü, hayat üstüler.

Bir emlak reklamı ailesi… Reklam panoları, “eğer bu siteden siz de ev alırsanız siz de böyle
olacaksınız”
diyor.

Afişler mesajı abartsa da aslında bize verdikleri bu mesajın içimizde bir yerlere isabet eden bir yanı var. Bizim de kafamızda mutluluğun bir resmi var ve hepimiz çoğu zaman bir hissin değil, bir resmin peşindeyiz. Bir adam, bir kadın, iki çocuk… Mutluluğun bir resim değil, bir his olduğunu artık hatırlamıyoruz. Mutluluğu belirli koşullara, bir koreografiye bağlamışız.
Ladin’in babasıyla 8 yıllık bir evliliğin ardından iki hafta önce boşandık.

Ani bir boşanma değildi. Zaten iki yıldır bu karar üzerinde gidip geliyorduk. Her boşanma kararı gibi zor bir karardı. Meşru boşanma nedeni kabul edilen unsurlara haiz değildi. Şiddet yoktu, aldatma yoktu, geçinememe vardı ama bağrış çağrış yoktu. “Sürdürülebilir mutsuzluktu” diyorduk ilişkimize. Sahte sahte kameraya gülümsedik mi iş bitiyordu, resim tamamdı. Mutluğun resmi vardı kendisi yoktu.

Bir emlak reklamı ailesi içinde mutlu olamadık.

Boşandıktan sonra eve birkaç parça mobilya almak gerekti. Ev dayayıp döşemeyi seven her kadın gibi, mobilyacıların kapılarını aşındırmaya başladım. Bu yenilenme duygusu hoşuma gidiyordu.

Evde ölçüler aldım, kumaş örneklerini bir o koltuğa bir bu koltuğa tuttum. Bir o koltuğun bir bu koltuğun üstüne hop oturup hop kalktım. Dekorasyon dergilerini karıştırdım. Sıcak renklerle soğuk renkleri karıştırmayı öğrendim. Yeni bir başlangıç, tatlı bir heyecan… Bir örtünün kenarındaki küçük bir dantel, takı kutusunun üzerindeki kelebek beni mutlu etti. Evi insanın kalesi, ona bakmak özen göstermek dünyanın en zevkli işiydi.

Ben mağazalarda bir o koltuktan bir bu koltuğa zıplarken evli çiftler, çocuklu aileler mobilya bakmak
için mağazalara akın ediyordu. Kendimden geçtiğim için önce varlıklarını fark etmiyordum, sonra tiz
bir kadın sesi duyuluyor, kadının çemkirmeye başlamasıyla herkes gibi ben de sesin geldiği yere dönüp bakınca lüzumsuz onlarca kavgaya şahit oluyordum.

Bir kadın ve bir erkek dünyanın en güzel koltuğunun, sandalyesini, masasını başında dikilip kavga ediyorlardı. Kadın bir karış surat soruyor:

“Necdet hangisini alalım?”

Cumartesi günü mobilyacıya sürüklendiği için suratının her mimiği ile küfür eden Necdet:

“Sen hangisini istiyorsan onu al” diyordu.

Sonunda pimi çoktan çekilmiş bomba patlıyordu:

“Bu kararı tek başıma vermek zorunda mıyım ben Necdet!”

İnsan dünyanın en güzel koltuğunu alırken nasıl mutsuz olur? Oluyordu.

Kadınlar hep sinir hastası kavga çıkaran, adamlar mağdur bıkkın. Bu hikayelerin içinden gelmesen, resim dışarıdan böyle gözüküyordu. Halbuki başından evlilik geçmiş herkes bilir. O koltuk koltuk değildir, o kavga da koltuk için edilmez. Kendi mutsuzluklarının adını koyamayan insanlar, bir gün dünyanın en güzel koltuğunun önünde bağırmaya başlayıverirler.

Mobilya mağazalarında geçirdiğim birkaç günde en hafifinden birbirine durmaksızın laf sokan, ya da mağazada bulunduğu yarım saat boyunca tek kelime etmeden kös kös gezen onlarca çifte rastladım.

Büyükçe bir dolabın arkasına gizlenip önce Necdet’e sonra karısına “pişt pişt” diye seslenmek istedim.

Bak şimdi baştan alıyoruz, şimdi şöyle şöyle deyin:

“Necdetcim açık rengini mi alsak şu griyi mi, çok kararsız kaldım…”

“Ben renkten menkten anlamam bir tanem sen karar ver, ama bak bu çok rahatmış.
Televizyonun karşısına koyarız. Bacaklarımı da şöyle pufa uzatırım, ohhh…”

Tamam şimdi sen git kocanın yanına otur, Necdet sen de kolunu karının omzuna koy. Birlikte bu koltukta yan yana Survivor izleyeceğiniz gecelerinin mutluluğu ile birbirinize bakıp kikirdeyin.

Bu kadarı bile olmuyorsa, Necdet ve karısı, bence vazgeçin.

Yazının tam burasında herkes ama herkes “Ama çocuk var!” diyor. Haklısınız, boşanmanın çocuklar
için bir bedeli var. Çocuklar doğaları gereği anne ve babalarının birlikte olmasını istiyorlar.

Pek az insan boşanmamanın da çocuk için bir bedeli olduğunu görebiliyor. Hayatta yaptıklarımızın
sonuçları olduğunu biliyoruz da bazı şeyleri yapmamanın sanki bir sonucu yokmuş gibi yaşıyoruz.

Kalbim, bir resmin değil bir hissin peşinden gitti.

Biliyorum, çocuğuma verebileceğim tek nasihat hayatı nasıl yaşadığımdır.

Boşanmak çok korkutucu bir şey… Mutluluğun resminin dışına çıkmak çok zor… Her şey gibi, ta ki
dışına çıkıncaya kadar. Mutluluk kalbimize dolan bir his. Koşulu, şekli şemâli, hele ki tek bir resmi hiç
yok.

Tesadüfler ve belirsizlik hayatın gizemi…

Çalışma masamda bu yazıyı yazıyorum. iTunes Magic Forest’ı bulmuş çalıyor. Dünya tatlısı kızım
resim çerçevesinden bana gülümsüyor. Elim çay fincanına uzanırken kafamı bir an için laptoptan
kaldırıyorum. Kocaman beyaz bulutlar güneşli gökyüzünde yavaşça süzülüyor. Sadece bulutlara
baktığım, hiç bir şeyin adının, tarifinin, şeklinin olmadığı kısa bir an kalbime doluyor.

Mutluyum… Çok şükür.

Hemen Üye Ol
Remind Türkiye