Narsisizm kendisini arayan sevgidir

Yeterince uzun süredir yazıyorsanız, teoride herkesin bildiğini kalpten bilirsiniz. Yazarken kalbinizi avucunuza alır, bedeninizle ısıttığınız soluğunuzu kalbinize doğru üflersiniz. Kelimeler kendiliğinden olurlar. O sıcak nefesten her biri birer evlat gibi doğarlar. Kelimeler, doğdukları gibi bir rüzgâra kapılırlar ve uçar giderler… Size de yuvadan uçan kuşlara bakar gibi arkalarından şaşkınlıkla bakmak kalır.

Sevinçli bir bekleyiş başlar. Çünkü eğer yeterince şanslıysanız, eğer yeterince sıcaksa nefesiniz, o kelimeler gidip başkalarının kalplerine konarlar. Bütün yazarlar bilirler ki kuşlar yuvadan bir kez uçtu mu gerisi bir gizem, bir muammadır. Kendi kelimeleriniz üzerinde hükmünüz kalmaz. Sizin etiniz, canınız olan kelimelerin başkalarının kalplerinde karıştırdığı işlere akıl sır ermez. Sizin kalbinizde başlayan her yazı, okurun kalbinde tamamlanır. Birden bin doğar.

Bazen bir okur, yazımın altına kızgın bir yorum bırakır. Çok şaşırırım, çünkü kızdığını söylediği şeyi yazmamışımdır. Bazen acaba yazdım da haberim mi yok diye yazıya döner bakarım. Ve okurun kızdığını söylediği şeyi yazıda bir kez daha şaşırarak bulamam. Bir insan benim yazdığım yazıda benim görmediğim bir şeyi görmektedir ve beni bir bulsa ağzıma faraşla vuracak kadar tepesi atmıştır. Okurun gördüğünden sual olunmaz. Okura ‘ben öyle bir şey yazmadım ki’ diye kafa tutulmaz. O kelimeler o kalbe konmuş, o faraşı o kapı arkasından çıkarmıştır.

Yazarlar en çok, okunmak isterler. Kuşkusuz sevilmek de isterler ama sevilme isteği okunma isteğinin çok çok gerisinde gelir. Sıcak nefesinden doğan kelimeler dört bir yana uçuşmaya başladıktan sonra, yazarın yegâne kâbusu, o kelimelerin hiçbir kalbe konmamasıdır. Bir kere konduktan sonra konduğu yerde yarattığı hisler yazarı pek de alakadar etmez. En büyük arzusu tatmin olmuştur. Okunmuştur… Bir yazara verebileceğiniz en büyük ceza, onu eleştirmek değil, okumamaktır. Eleştirinin içinde yazarlar, beğeni içinde buldukları hazzın benzerini bulurlar.

Bir metnin mahareti okurunda güçlü hisler doğurmasından belli olur. Yani konduğu kalbin ana damarlarından içeri sızıp karanlık dehlizlere ulaşmasından… Tüm güçlü hislerin kökleri, ulu bir çınar gibi aynı yerdedir. Öfkenin de, sevginin de… Bilinç dışı dünyamızın karanlık dehlizlerinde.

Bir grup kelime bizi olumlu ya da olumsuz şekilde yerimizden hoplatıyorsa, o kelimler bizim kalbimizde karşılıklarını bulmuş demektir.

Roman yazarlığı da, okurluğu da çok başka bir iştir. Onun dünyası daha yavaş. Makale yazmak ise sosyal medyanın sayesinde biz yazarlara ve okurlara başka bir tür okur-yazar ilişkisi yaşatıyor. Benim çok sevdiğim, zevk aldığım, beslendiğim bir ilişki. Kelimeleri siz üflüyorsunuz, daha havada uçuşmaya başlarken birilerinin kalbine konup bir işler çevirmeye başlıyorlar. Ve eğer yeterince iyi bir yazı ise, binlerce kalpte binlerce güçlü his uyanıyor. Yorumlar aracılığıyla okuryazar haline geliyor. Bu sefer onların üflediği kelimeler gelip sizin kalbinize konuyor. Sizin dehlizlerinizde karşılıkları varsa; o yorumlar başlangıç noktasından çoğu zaman çok uzakta sizin kalbinizde tamamlanıyor.

Ah ne güzel! Ne güzel! Canımın içi kelimeler… Onlar sayesinde hepimiz ‘sarmaş dolaş, karmakarışık sarmaşıklarız.’* Birbirimize dolanıp duruyoruz.

Geçtiğimiz günlerde bir okurum yazıma bir yorum bırakmış: “Çok okurdum sizi eskiden” diyor. “Sonra bunalımlarımız da senkronize olunca, beni daha da aşağı çektiğinizi, iyi gelmediğinizi anladım, takibi bıraktım” demiş. “Ama bu yazdıklarınızdan anlıyorum ki hafiflemişsiniz, bu benim için de bir işaret olabilir mi?” diye bitirmiş yorumunu.

Bu yorum benim kalbime gelip kondu. İçimde karşılık bulunca kocaman hisler doğdu. Sevinç… Hafiflik… Tatmin… Neye sevindim biliyor musunuz, bir insanın sadece yazılarımı okuyarak benim duygu dünyamı ciğerimi bilir gibi bilmesine. Yazar olarak yeterince soyunabilmiş, çıplak kalabilmiş olmaya sevindim. Birine iyi ya da kötü gelmeye değil. O, onun kalbinin işiydi. Benimki soyunarak kendi işini yapmıştı. Sonra gelsin, hisler, düşünceler, kelimeler… Ne mutlu! Ne güzel!

Sosyal medyaya yazı koyan her yazar eleştiri, hatta hakaretten nasibini alır. Bazı yazarlar bu eleştiri ve hakaretlere çok alınırlar. Neden? Yukarıda saydığım nedenlerle ben bu alınganlığı hiç anlayamam. Bir insanda öfke uyandırmak yazarlık mahareti ister, inanın kolay bir iş değildir. Üstelik kelimeler sizin olsa da kondukları kalp sizin değildir. Okurda uyanan histen sadece yazar sorumlu değildir. Her okur kendi hislerinin sorumluluğunu almalıdır.

Bana gelen eleştiri ve hakaretlerden, övgüler kadar mutluluk duyduğumu itiraf etmek zorundayım. Hele bazı okurlar öyle kaliteli hakaret eder ki, inanın ağzım kulaklarıma varır! Yazdığımı bile hatırlamadığım fi tarihinden yazılardan linkler verirler; üç ay önceki yazıdan alıntı yapılır. En büyük arzusu gerçekleşmiş bir yazar olarak bulduğum yerde bu insanları ve o güzel fokurdayan kalplerini öpesim gelir.

En çok aldığım iki hakaret/eleştiriden biri “entelektüel bozuntusu olmak” diğeri de “narsistik” olmaktır. Geçen günlerde üst üste aynı okurlardan narsistik olduğuma dair yorumlar geldi. Bu yorumlar bahsettiğim bir önceki yorum gibi gelip benim kalbime kondular. Hemen hemen aynı hisleri doğurdular. Her ne kadar okurlar ellerinde faraşla bekliyor olsa da bende görülüyor olmaktan kaynaklı bir sevinç doğdu. Hem güldüm, hem merhamet duydum kendime. Kalbimi her zaman yaptığım gibi elime aldım. Çoğu zaman olduğu gibi telaşla çırpınıyor bir şeylerin peşinde koşuyordu. Ah dedim, canımın içi benim. Sıcak nefesimi üfleyiverdim. Şimdi okumakta olduğunuz kelimeler yoktan var oldu.

Bu hisler doğunca aklım geçtiğimiz günlerdeki bir yoga pratiğime gitti. Sandalye pozisyonunda dururken, içimden bir ses “biraz daha derince oturmamı, yaz aylarının yaklaşmakta olduğunu, selülitlerden kurtulmanın zamanının geldiğini” söyledi. Yoga matının üzerinde bir kahkaha attım, selülitsiz popo isteyen tarafımın gönlünü yaptım, biraz daha derin oturdum. O an geldi geçti, selüliti unuttum.

Narsistik kim?

Hocam Godfrey’nin çok sevdiğim sözünü bana hiç unutturmayan canım arkadaşım Melis’e teşekkür ederim. “Hate is love looking for itself” der Godfrey: “Nefret kendisini arayan sevgidir.” Hepimiz insan olarak temel bir kırılganlığı paylaşıyoruz. Sevmek ve sevilmek istiyoruz.

Hepimiz az, yetersiz, koşullu ve çoğu zaman beceriksizce sevilmişiz. Şimdi kalplerimiz telaşlı, “ya sevilmezsem!” diye titriyor. Narsistik kalp ise bu telaşlı kalplerin en telaşlısıdır. Telaşla sevilebilmenin koşulu sandığı en parlak en iyi olma kriterini yerine getirmeye çalışır. Ama bu çaba doğası gereği hiç bir zaman sonuçlanmaz… Ne kadar parlarsanız parlayın, her zaman biraz daha fazlası gerekir.

Ben kendi narsisizmime, selülitlerinden kurtulmaya çalışan tarafım gibi bakarım. Altındaki kırılganlığı, sevilme telaşını, sevilmeme korkusunu görürüm. Küçük bir çocuğun başını okşar gibi başlarını okşarım. Onları büyümeye, güvenmeye davet ederim. Azıcık oyun oynamak isterlerse varsın canları sağ olsun, o çok sevdikleri parlaklık oyununu onlarla oynarım.

O güzel okurların kızgınlıkla fokurdayan kalplerine bin şükür. Bana kalbimi avuçlarıma tekrar aldırdılar. Hem biraz daha soyundum, hem tatlı tatlı oyunumu oynadım. Kendimi beğenip parlattım. Sonra halime şefkatle güldüm. Ben de onların kalbine şu kelimeleri üflemek isterim:

“Narsisizm kendisini arayan sevgidir.”

*Cem Mumcu’nun ‘Karmakarışık Sarmaşık’ kitabına atfen…

Bu yazı hthayat.haberturk.com’da yayınlanmıştır.

Hemen Üye Ol
Remind Türkiye